‘PAYLAŞMADILAR’ Kategorisi için Arşiv

Tanrı

Yayınlandı: 15 Ağustos 2011 aylakmaymun tarafından PAYLAŞMADILAR içinde

Yeryüzüne gönderildiğinde yalnız olduğunu düşündün. Gökyüzünden gördüğün yaşamların varlığı senin yeryüzünde yalnız olamayacağına bile inandıramadı. Sen şişmiş egonla karşına çıkan herşeyi senden veya senden değil diyerek kategorize ettiğin andan itibaren yarattıklarımı ya çok sevdin ya da nefret ettin.

Sevmek ve nefret etmek hayatta kalabilmen için bahşedilmişti sana oysaki. Sevmenin nefret etmekten sadece bir adım ötede olduğunu göstermek için senin karşına binlerce başka türdeşini çıkardım. Çünkü zaten diğer yaşamları, diğer organizmaları anlayabilmek için herhangi bir çabaya girmedin bile.  Türdeşlerinle yaşadıkların da kabul edilebilir cinsten olmadı hiç. Hem sevdin hem de nefret ettin. Hatta yeri geldi aynı insanda her ikisini de hissedebildin.

Kafanın karışık olması sana bahşedilen birşey değildi. Gökyüzünden sana gönderilen her ne varsa senin için karıştırılması gereken düzgün ve önemli şeylerdi. Üzüldün ama gerçekte iç güdülerine hiç sormadın neden üzüldüğünü. Birşeyi kaybettiğinde gidene mi, kaybolana mı yoksa kendine mi üzüldüğünü hiçbir zaman belirlemedin. Hatta hepsinin bir yerde karmakarışık durabileceğine inandın. Öyle ki bana inancından çok daha fazlaydı.

Herşeyin bir dengede olduğunu düşündün. Oysa ki ben herşeyi varolan dengeyi bozsun diye yarattım. Dengesiz bir dünyanın içinde kendine dengeli bir dünya kurmaya çalıştıkça kendini yok edeceğini bile düşünerek bu yoldan zerre kadar dışarı çıkmadın. Şimdi arkana dönüp baktığında tekerrür ettiğini düşündüğün herşeyin aslında senin o aptal bakış açında gizli olduğunu hiç göremedin. Tarihini yaratırken gerçekleştirdiğin tüm eylemleri medeniyetinin başlangıcından bu yana hemen aynı şeylerin biçim değiştirmiş olduğunu veya içeriğinin değiştiğini iddia ettin. Oysaki sana ve türdeşlerine bahşedilen akıl ancak kendi dünyasından yola çıkarak diğer herşeyi anlamlandırabilirdi. Bin sene önce yaşamış tüdeşinin yaşadığı aşkla seninkini bir mi zannediyorsun?

Mesela tüm duygularının birbirine girdiği, içeri girmekten korktuğun karanlık bir mağarada, görmek istemeyeceğin şeylere hıncahınç merak dolu bir heyecanla yönelmek gibi saçma şeyler de yaptın. Kendini hergün yeniden yaratırken tarihte olan hiçbirşeyin gerçekte bir daha gerçekleşmediğini kavrayacak dünya görüşünü hiçbir zaman edinmedin.

Oysaki sana ben bir çift göz, bir çift el, bir çift ayak ve tüm bunları yönetecek bir akıl vermiş olmama rağmen, etrafındaki herşeyi algılayabileceğin bir bedene seni sıkıştırmış olmama rağmen sen bu sıkışmışlığı kullanmak yerine bunu diğer türdeşlerini sıkıştırmak için kullandın. Sana yasak denilen şeyleri yapmaya başlayarak hem bedenine hem de kendine ihanet ettin. İhanetin bana olan itaatsizlığin değildi. İhanetin kendi yarattığın düzene oldu herzaman.

Varoluşunu olumlayacak herşeye gözün kapalı sarıldın. Fakat birkez olsun olumladığın şeylerin yine kedin tarafından yaratıldığını görmedin. Mesela sevdiğin türdeşini yaratırken biz onlarca farklı şekillerde vuku bulacak olaylar zinciri ördük yaşam alanına. Fakat sen kendi yaşam alanında gördüğün ve yorumladığın şeyleri kullanarak sevdin. İşte anlamadığın da buydu. Aslında anlamak istemedin. Sevdin çünkü kendini sevmen gerekiyordu. Sevdin çünkü kendi varoluşunu olumlaman gerekiyordu.

Neyse ki senin bu bencil davranışını olumsuzlayacak türden iradeyi yaratmamız ve diğer tüm türdeşlerine bahşetmiş olmamız seni terbiye eden en büyük unsurlardan biri oldu. Egonla yaptığın her anlaşma başka birisinin egosunu ezmeye, başka türdeşini alt etmeye veya en azından onunla eşdeğer bir  konum yaratmaya yönelikti. En basitinden eşit olmayı istedin.

Eşitsizliğin neyine inanmadın? Eşitsiz olduğunu söylediğimiz şeylerin adil olmadığını söylediğimizi veya sana bahşetiğimiz bir inanç olduğunu nereden çıkardın. Eşitsizliği biz senin dünyanda hiç varetmedik. Aynı şekilde eşit olmayı da.

Sefil aklında giriştiğin mukayeselerde eşit olmanın aynı kuralların geçerli olduğu bir sistemde mümkün olabileceğini düşündün. Gerçekte Avusturya’daki Aborijinlerle Amerikadaki Kızılderelilerin eşit olduğunu nereden çıkardın? Aklından geçenleri okuyabiliyor olmam senin bu kararları neden verdiğini biliyor olmam anlamına gelmiyor maalesef. Sen sana bahşedilen duygularını yine sana bahşedilen akılla harmanladıkça eşitlik rüyasını yaşamaya devam ettin. Oysaki kabul etmen gereken tek şey her türün, her ırkın kendi kuralları olduğuydu. Sen kabul etmedin.

Birkez daha kendi varlığını kutsadığın bu durum karşısında yine kutsanmış ilkeler, dinler, ideolojiler yarattın. Her eşitlik veya eşitsizlik kendi kurallarınla tanımlandı. Oysaki yoktular. Senin içinde bulunduğun dünyadaki her canlının kendi kuralları varken sen bencil kurallarını tüm dünyaya hakim kılmaya çalıştın. Gündelik yaşantında bunu diğer türdeşlerine de yapmıyor musun zaten?

Gelelim bana. Sana yapmamanı söylediğim herşey sana yasak olduğunu söylediğim herşey, bana itaat etmeni gerektirecek herşey kendimden sana bahşettiğim ufacık iradeyi sınamak içindi. İrademin büyüklüğü evrenin varlığına meydan okuyacak küçük zihinlerin anlamayacağı kadar güçlüydü. Fakat birtek soru vardı cevabını yaratıcın olmama rağmen bilemediğim. İrademin sınırı var mıydı? Dahası iradem kendisi için bir sınır mıydı?

Bunu sana şu şekilde anlatabilirim. Senin aklının almayacağı büyüklükte bir dünya yaratabilirdim. Ama gerçekte yaratmamı engelleyecek yine kendimdi. Peki yaratabiliyorken yaratmamı engelleyecek yine kendimin olduğu fikri de nereden geliyordu?

Bana meydan okuyabilecek yine bendim. Ben de seni yarattım. İrademin küçük zerreleri senin bedenine girdiğinde sen ona meydan okudun. Tıpkı benim benimkine meydan okuduğum gibi.

Şöyle düşünelim; senin için aşk kendi küçük dünyanda görmek istediğin en büyük şey ve en belirsiz şeydi. İçinde inanmak istediklerin, kendinde sevdiklerin, gerçekleştirmek isteyip gerçekleştiremediklerin, öğrendiklerin, çoğunlukla unuttukların, seni yetiştirenlerin sende bıraktığı izler vardı. Sense hayatta iz bırakmanın tek yolunu bu olarak gördüğün andan itibaren sana bahşettiğim iradeni, hayatta belirleyemediğin herşeyi biryere koyarak ve ona aşık olarak kullandın. İraden egonu varetmek ve egolarını varetmek isteyen diğer türdeşlerinle bu uğurda savaşarak güçlendi, birikti, büyüdü. İrade senin için kendini sevebilmek için yapman gerekenlere enerji yaratan birşey olarak varoldu.

Ve benim bile meydan okuduğum şeyi sen hayatta kalmak için kullandın. Yaratıcın olarak ben senin sayende yaratıcılığımın resmini çizebildim.

Anladım ki bir son varsa irade sonsuzluğu hedefliyor. Bir ilk varsa irade ezeli hedefliyor. Bir aşk varsa irade onun için herşeyi hedefliyor çünkü onun içinde seni ve onun herşeyinden birşeyler var.

Ve benim iradem olsun istedi.

Gökdağ GÖKTEPE

Tanrıya 5 Soru

Yayınlandı: 4 Aralık 2009 3aymun tarafından PAYLAŞMADILAR içinde

”korkuyorum…kendimi günahlarımla sıkıştırdığım  bu yalnızlık
sarmalından çıkmaktan…ilk olarak…bana dokunulmasından..gerçek
anlamda etime..ruhumun kalan ulaşılabilir
kısımlarına..paylaşmaktan..yaratmaktan…yaşama dair
herşeyden…korkuyorum…
tekrar hiissedebilmeyi hayal ederek,aceleyle kaybettiğim coşkuyu
arayarak geçirdiğim aylar aylardan sonra,bu aylar ki aynı şekilde
geçirilmiş yıllar ve yıllardan kaçışın ertesiydi…”

bunları aslında kendime yazıyorum kimseye değil..ve işte bu sebeple
herkese yazıyorum..
kanattım…acıttım..tanrımla konuşmak istiyorum..ona sormak istediğim
çok şey var…birincisi zamanla ilgili olacak,milat neydi…bu çok
gerilere gidebilir..ikincisi gelecekle ilgili olacak…hala şansım var
mı? üçüncüsü onunla ilgili olucak, tanrı olduğunu nasıl bilebildin?
bu ülkeden,bu zamandan, tecrit edildiğimiz,mecbur olduğumuz bu
hayatlardan tiksiniyorum..kaçacak delik arıyorum ama bu sinek ve
örümcek hikayesinden de beter..sineğin kutsal olduğu bir din arıyorum
ve tekrar boka batıyorum..
patlamayan balonlar gibiyiz,iki kişi bir sokağa fazla,tek başıma
evlerden taşıyorum…tanrım bir çuvaldız,ben onu kendime
batıramıyorum..
herşeyi geçtim ben,üzerinden aştım..ayağımın takıldığı yerin az
ötesinde bedenim ve alelade yaşantım uzanıyor,ruhumun yükseldiği
yerden apaçık görüyorum ve epey de mesafeli yaklaşıyorum ruhum
olarak…bu beden ölmeden yükselltiği ruhuna kavuşabilmek için bir
kule dikmeli göğe doğru..tanrım devreye giriyor ve dillerimi
ayrıştırıyor… yanıma bayan bir tercuman göndermeyi de ihmal
etmiyor..yılanlar omurgasını biz cennetimizi kaybediyoruz..
elmanın çöpü,incirin yaprağı..
hayaller kuruyor beynimde..
ben eskiyor,ben eski o yoruluyor..birleşmek sonsuza özeniyor,ama
birleşmeler birleşmiyor..sonsuza uzanıyor ayrı ayrı etrafımı
sarıyor..bir hücre..kapı da hapis midir hücrede…beşinci sorum
bu,tanrım gülümsüyor bir çilingir becerisiyle…

BONOBO

_380_74441Bir kitaptan bahsetmek istiyorum size. Kısa zaman evvel okuduğum, etkisinden hala çıkamadığım, bir müddet daha da çıkamayacağımı düşündüğüm… Bende adeta ikinci bir “Sybil” etkisi yaratan ve fakat Sybil’dan farklı olarak,  hadiselerin merkezinde olan kişinin kalemden döküldüğünden; yani otobiyografik yönü baskin olduğundan mıdır yoksa yayımlandığı dönemde Sybil kadar sansasyon yaratmadığından ve kıymetinin şarap misali yıllar geçtikçe katlandığından mıdır bilinmez sözünü ettiğim kitap, beni yıllar önce derinden etkilemiş olan Sybil’dan daha gerçekçi ve çarpıcı bir etki bıraktı hissiyatımda. Sybil vakasını ilgilenenler ve bilenler bilir. On altı karakterli, Dissosiyatif  Kimlik Bozukluğu’ndan muzdarip, kişilik bölünmesi yaşayan kızımız. Yıllar yıllar önce, kitapların o renkli, büyülü dünyasına ilk adımlarımı attığım yaşlarda belki de, babamın devasa kütüphanesinden bulup çıkardığım, rengi solmuş, yer yer sayfaları kopmuş, bugün bile görüntüsü hatırıma geldiğinde irkilmeme neden olan, saman sarısı romanın başkahramanı…

Şimdi sözünü edeceğim romanın kahramanının ismi ise Deborah. Bir çoğumuzun, okumamış olanların bile ismine bir şekilde aşina olduğunu düşündüğüm, kimilerinin ise okumak üzere alıp kitaplığında beklettiği ya da başlayıp bir türlü sonunu getirmeyi başaramadığı bir başyapıt. Evet, şimdiden söylemekte fayda var ; Ne okunması ne de okunanların hazmedilmesi kolay olmayan bir kitap “i never promised you a rose garden”, Türkçesiyle “Sana gül bahçesi vadetmedim”. Her ne kadar akıl hastanesinde geçse ve akıl hastalıklarından dem vursa da aslında şahane bir   ‘içerisi-dışarısı hikayesi’. Biz dışarıdakilerin, bir nebze de olsa ‘içeriye’ girebilmesini sağlayan, azıcık da olsa ‘içeri’nin atmosferini solutan ve özünde akıl hastanelerinin de, daha fazla değil, sadece ve sadece hayat  kadar korkunç ve ürkütücü olduğunu gösteren eğitici bir eser. Yazarı Joanne Greenberg’in bire bir kendi tedavi ve terapi sürecini aktarması nedeniyle de, otoriteler tarafından uzunca müddet bir roman olarak kabul edilmemiş, yaratım gücünden uzak olduğu ve gerçek hadiselerden yola çıktığı için otobiyografik bir eser olarak kabul görmüş.

Olaylar Deborah’a Paranoid Şizofreni teşhisi konmasıyla başlıyor. Sonrasında ailesinden ve evinden kopuşu ve onu akıl hastanesinde bekleyen sancılı bir tedavi süreci. Deborah’in zengin iç dünyası ve hayal gücü (onun deyimiyle sığınağı olan yr krallığı) , deneyimli  doktoruyla gerçekleşen terapi seansları ve hastane koridorları üçgeninde gelişen en abartısız ifadeyle acıklı bir hikaye. Okuyucu başlangıçta büyük bir iştahla, en ağır mental bozukluklardan biri olan şizofreniyi ve akıl hastanesi koridorlarını, koğuşlarını keşfe çıkmaya hazırlanırken, kitabın sonlarına doğru, bu hevesini çoktan bastırmış olan ve bu hevesten çok daha önemli olan bir gerçeğin, sessiz sedasız ama çok derinden yüzüne çarpıldığını hissediyor. Kendi benliği, kimliği ve düşünce dünyasıyla Deborah’ın ve koğuş arkadaşlarının dünyaları arasındaki hiç de azımsanmayacak benzerlikler ve ortak noktalar. Başka bir deyişle okuyucunun ‘içeriyi’ keşfi. Bu sebeple olmalı ki Deborah kitabın bir bölümünde, hastalarla büyük bir olasılıkla doktorlardan dahi fazla vakit geçiren hasta bakıcıların kendilerine olan bunca nefretini, bu benzerliği çok evvelden keşfetmiş olmalarına bağlıyor. “Akıl hastası insanların söze dökülmüş düşünceleriyle, sağlıklı insanların söze dökülmemiş cümleleri arasındaki gizli benzerliği keşfetmiş olmaları” diyor Deborah bu korkunun ve nefretin sebebi; “Birgün bizim gibi olmaktan ölesiye korkuyorlar”. Zaten bu hakikat okuyucunun yüzüne bir tokat gibi çarptığında, Deborah’ın iyileşip iyileşmeyeceği ve romanın nasıl sonlanacağı büyük ölçüde önemini yitiriyor. Kitap, misyonunu yerine getirmiş, o ürkütücü gerçeği aktarmıştır okuyana artık. “Sana Gül Bahçesi vadetmedim” ismi ise Deborah ile doktorunun seans sırasındaki bir diyalogundan geliyor. Sana gül bahçesi vadetmiyorum. Bundan sonra tamamen iyileşemeyeceksin. Ama başetmeyi ögrenirsen güzel günler de göreceksin, mealinde cümleler dökülüyor Dr. Fried’in ağzından.

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, şizofreni üzerine yazılmış, şizofreniyi anlamaya ve tanımaya hizmet eden en önemli eserlerden biri olarak kabul ediliyor. Ve aslında bu hastalığa ve hastalara karşı toplumsal anlamda taşıdığımız önyargıların ne de boş olduğunu vurguluyor. Toplumumuzda ve birçok toplumda hala tabu olarak görülen bu hastalığın, halk arasındaki kabulüyle ‘delirmek’ olduğunu da, şizofrenlerin korkulması gereken insanlar olduğuna dair düşünceyi de bunun yanı sıra görece eğitimli, aydın insanların bakış açısıyla şizofreninin genelde bir entelektüel hastalığı olduğu kanısını da çok açık bir biçimde yalanlıyor.

Deborah’ın kendine dönük şiddeti, sanrıları ve hezeyanları üzerinden, şizofreninin yakıcı yüzünü ve aslında hiç de bazılarının sandığı gibi eğlenceli bir hastalık olmadığını anlatırken, bir yandan da tabu haline getirilecek  bir yanının da bulunmadığını belirtiyor. Hiç kimsenin tutulmak istemeyeceği türden, acı verici bir hastalık. Bir hastalık. Sadece o kadar işte. Onlar dışarıda olmaktan korktuklari icin ‘içerideler’ zaten, bizim de onlardan ürkmemiz, aradaki uçurumları derinleştirmekten başka bir işe yaramaz. Uzun zamandır bu derece etkilendiğim bir kitap olmamıştı. Okumasaydım kendimde de bir kısmı mevcut olan önyargılardan kurtulamayacaktım büyük ihtimalle. Dahası ataklar şeklinde seyreden bunaltılarım ve major seviyedeki depresyonum, bana bir psikiyatri polikliniğinde sıra bekleme, oradaki insanları gözlemleme fırsatı vermeseydi eğer bu kitabı yüksek ihtimalle okumayacak, o insanların iç dünyasını da merak etmeyecek ve hepimizin aslında bir miktar şizofrenik olduğumuzdan bi haber yaşayacaktım.

“Adalet uygulanmıyorsa ,

namussuzluk örtbas ediliyorsa ve inançlarını koruyan insanlar acı çekiyorsa,

sizin gerçekliğiniz ne işe yarıyor ?

Sana hiçbir zaman gül bahçesi vadetmedim ben.

Hiçbir zaman kusursuz bir adalet vadetmedim.

Ve hiçbir zaman huzur ya da mutluluk da vadetmedim.

Sana ancak bütün bunlarla savaşma özgürlüğüne kavuşmanda yardımcı olabilirim …”

GÖZDE YENER

Bulgar Göçmeni Cemal Aga

Yayınlandı: 4 Mayıs 2009 3aymun tarafından PAYLAŞMADILAR içinde
Etiketler:, ,

3 Maymun olarak en sevdiğimiz kategorimize bir yazı daha bahşedildi. Paylaşmadılar bölümüne koyduğumuz her yazı sitemizin fikrine, rengine ve bütünlüğüne katkı sağlıyor. Bu nedenle; yorumları ve sıkı takibiyle uzun zamandır yanımızda hissettiğimiz sevgili Douglas Mcgiven (Daglıs Makgivan)’dan  bir ‘Paylaşmadılar’ yazısı almaktan ötürü çok mutluyuz. Her insan bir roman diyerek bu güzel yazıyla sizi başbaşa bırakıyoruz.

cemal-aga1

Tarihini bilmiyorum, babamın arşivinden çıktı fotoğraf. ‘Kim bu?’ dedim; ‘Cemal Aga bu’ dedi, tanıdım. Hayal meyal hatırlıyorum… Zaten o eski mahalleden hatırladıklarım çok kısıtlı.

Şimdi babamın anlattıklarına geçmeden önce şunları belirtmekte fayda var… Rotaract kulübümden arkadaşımın annesi bahsetmişti bana. Beni eve bıraktıkları bir gün bizim mahalleden gelin olarak çıktığını, babamlarla aynı mahalleden olduğunu anlatmıştı ve Cemal Aga diye birinden bahsetmişti o da… ‘Bahçedeki ağaçlardan armut alalım derdik, kovalardı bizi’ diye anlatmıştı tebessümle. O zamanın olmazsa olmazlarından biri herhalde bu masumca meyve çalan çocukları kovalayan bahçe sahipleri… 80’lerde 90’larda çocuk olmak gibi bir şey olsa gerek.

Gerçi bahçe onun değil bizim bahçeymiş. Yer yer yazılarımda söz ettiğim dedemlerin müstakil evlerinin kocaman bahçesinin ağaçlarını kollarmış, inceden de kırıkmış. Babama geri dönelim bu noktada;

Bir gece esmiş buna, atlamış gelmiş Bulgaristan’dan. Buralara yerleşmiş, tanıdığı falan yok. Bap bap barabibobap diye dolaşırdı sokaklarda, çok şeker adamdı. Mahallenin ilerisinde bir ahır vardı, onun da orada küçük bir yatağı vardı hep orada kalırdı. Çok da garibandı, mahalleli çok sever herkes yardım ederdi de yaşamını öyle sürdürürdü. Kışın da o ahırın içinde üç beş odun yakar öyle ısınırdı.

Yine böyle bir kış gecesi, odunları yakıp uyumuş. Uykusunda yatakta dönerken ateşin üstüne düşüp can vermiş. Yazık oldu, çok iyi adamdı…

‘Hey gidi Cemal Aga be…’ diye iç geçirdi sonra.

Babam da depremde dedemlerin evinde olan sandığı kaybetti. Sandıkta babamın doğduğu günden, gençliğinden, askerliğinden, üniversite yıllarına kadar bir çok fotoğrafı vardı. Deprem günü yıkılan, üç deprem görmüş ama artık 17 Ağustos’ta ‘benden bu kadar, takatim kalmadı’ diyip devrilmiş o eski eve dalan vinç ne var ne yoksa götürmüş. Sandığı da bulamadık hiçbir şekilde… Şimdi babam da sağdan soldan fotoğraf toparlıyor, olduğu kadar artık. ‘Geçişim gitti be oğlum…’ der üzülürdü hep, teselli oluyor işte biraz.

Bu fotoğraflar da halamlardan. Eniştem taratıp atmış hepsini bilgisayara, bakınıyorken anlattı hikayeyi de.

Neler yok ki? Dedemin askerlik hâlleri, babaannemin gelin gidişleri, eski Adapazarı kesitleri, çarşı, tren istasyonu, babamın George Best hâlleri… Hiçbirinin hikayesi Cemal Aga’nın hikayesi kadar doldurmasa da gözleri, o eski fotoğraflar hüzünlendiriyor insanı.

Douglas Mcgiven

Böyleydi

Yayınlandı: 20 Mart 2009 3aymun tarafından PAYLAŞMADILAR içinde
Etiketler:, , ,

Uzun zamandır “Paylaşmadılar” köşemiz için bir yazı yollanmamıştı. Nihayetinde güzel bir hikayeyle BONOBO yüzümüzü güldürdü. İyi okumalar, yorumlarınızı bekliyoruz…

kader-bizdikroman-biz1

O küçük, uğursuz askıntı musallat olmadan çok önceydi. Ve o zamanlar güneş doğarken güzel şeyler söylerdi insanlar ve hazır olurdu herkes herşeye. Ben sana bir kibrit çöpü ayırırdım, son kutudan son bir kibrit çöpü ve sen evler arabalar yapardın bunlarla… Çok zaman sigaramı yakmadın. Olsun. Fakat başımıza gelmedendi. O gözlerin çıkardı telefona, sözlerin bana bakardı, ben öperdim. Öpücüklerini… Saçını dolardın boynuma. Katı değildik o zamanlar, hatta sıvıydık resmen, evet ruhum, sıvıydık biz o zamanlar. İsmini tekrarlardım karanlıkta kalınca ve sen akardın gökten üstüme. Şemsiyem yoktu hiç ve göğsümdeki kıllar biricik bağırırdı, koşardı doludizgin sana, sen onları sever ve tarardın tırnaklarınla. Elin bileğimin üstünde taht kurar ve sevmemi emrederdi. Ben severdim. İtaatkardım, reddedemezsin bunu. Tek kulun bendim, teban bendim. Uyuzluk hayatıma girmedendi. Şarabı şişeden içmezdim o zamanlar. Ağzın vardı sonra. Küçük bir girdap gibi beni boğan arzuyla. Bakışın vardı ama önce. Bitimsiz ve uzakyakın garip bir büyü bakışın vardı. Evet sonra, göklerden bahseden acaip bir cadı gibi çıplak çömelirdin kucağıma, hararetle. Tenin narin bir eski defter. Boynun galibiyetin izlerini taşırdı. Bir mor burada ve öteki çenenin hemen altında. Böyleydi. Efsane bir komutan değildim daha, savaştaydık ve affediyorduk esirleri. Üç beş kuruş koyup cebine öpüyordun alınlarından. Ben senle mağrur ve kıskanç bakıyordum esir adamlara ve kıskanıyordum evet. Rakımı mezesiz içmediğim günlerdi ve yemekleri yakardın mutfakta. Zaman bir derya ve kazazedelerdik biz. Bir kulübe yapmıştım sana, oldu demiştin. Bir sal sonra ve bir patika sabahları yürümek için ve akşamları…

Her gün biraz daha ölmediğim günlerdi. Bardağını kanımla doldururdum ve iki şeker atardık sonra. İnsanlar gelirdi dolardı odamıza. Pasta verirdik, içki verirdik. Yazmalarını hediye ederdin en insanlarına. Boncuklu güllü kırmızı yeşil yazmalar yapardın. Çeşmede testini düşürürdün, ben tutardım kırılmadan. Testini kırmazdım ve sen mahçup gülerdin. O güzel göğüslerini avuçlardım bu ellerle ve ağzına bakardı ağzım. Sen ki en duman rengi kadındın, is olurdu üstüm başım. Annem başımdan aşağı kaynar sular dökerdi. Çıplaklığım senindi kıskanırdın. Ölsem gam yemeyeceğim günlerdi. Arabalar insanları ezmez uçaklar alçaktan uçmazdı. Nerede bir iç savaş çıksa oraya giderdi insanlar ve papatyalar ekerdi mayınların üstüne. Çiçeklere basmazdık o zamanlar, çiçekler kıymetliydi. Gülüşün bir seyahat, görülmesi en arzulanan memleket, ben yerleşik yaşardım gülüşünde ve bahçelerin zabiti bendim. Şu olanların olmadığı günlerdi ve biz senle mutlu bir hayaldik. Sen kutlu bir kadın ve ben alçak dağların tanrısı… Mutluyduk. mutlu… kaderin ölmediği bir zamanda yaşamıştık biz. Kader bizdik. Roman biz.

BONOBO