Mesajlar Etiketlendi ‘edebiyat’

_380_74441Bir kitaptan bahsetmek istiyorum size. Kısa zaman evvel okuduğum, etkisinden hala çıkamadığım, bir müddet daha da çıkamayacağımı düşündüğüm… Bende adeta ikinci bir “Sybil” etkisi yaratan ve fakat Sybil’dan farklı olarak,  hadiselerin merkezinde olan kişinin kalemden döküldüğünden; yani otobiyografik yönü baskin olduğundan mıdır yoksa yayımlandığı dönemde Sybil kadar sansasyon yaratmadığından ve kıymetinin şarap misali yıllar geçtikçe katlandığından mıdır bilinmez sözünü ettiğim kitap, beni yıllar önce derinden etkilemiş olan Sybil’dan daha gerçekçi ve çarpıcı bir etki bıraktı hissiyatımda. Sybil vakasını ilgilenenler ve bilenler bilir. On altı karakterli, Dissosiyatif  Kimlik Bozukluğu’ndan muzdarip, kişilik bölünmesi yaşayan kızımız. Yıllar yıllar önce, kitapların o renkli, büyülü dünyasına ilk adımlarımı attığım yaşlarda belki de, babamın devasa kütüphanesinden bulup çıkardığım, rengi solmuş, yer yer sayfaları kopmuş, bugün bile görüntüsü hatırıma geldiğinde irkilmeme neden olan, saman sarısı romanın başkahramanı…

Şimdi sözünü edeceğim romanın kahramanının ismi ise Deborah. Bir çoğumuzun, okumamış olanların bile ismine bir şekilde aşina olduğunu düşündüğüm, kimilerinin ise okumak üzere alıp kitaplığında beklettiği ya da başlayıp bir türlü sonunu getirmeyi başaramadığı bir başyapıt. Evet, şimdiden söylemekte fayda var ; Ne okunması ne de okunanların hazmedilmesi kolay olmayan bir kitap “i never promised you a rose garden”, Türkçesiyle “Sana gül bahçesi vadetmedim”. Her ne kadar akıl hastanesinde geçse ve akıl hastalıklarından dem vursa da aslında şahane bir   ‘içerisi-dışarısı hikayesi’. Biz dışarıdakilerin, bir nebze de olsa ‘içeriye’ girebilmesini sağlayan, azıcık da olsa ‘içeri’nin atmosferini solutan ve özünde akıl hastanelerinin de, daha fazla değil, sadece ve sadece hayat  kadar korkunç ve ürkütücü olduğunu gösteren eğitici bir eser. Yazarı Joanne Greenberg’in bire bir kendi tedavi ve terapi sürecini aktarması nedeniyle de, otoriteler tarafından uzunca müddet bir roman olarak kabul edilmemiş, yaratım gücünden uzak olduğu ve gerçek hadiselerden yola çıktığı için otobiyografik bir eser olarak kabul görmüş.

Olaylar Deborah’a Paranoid Şizofreni teşhisi konmasıyla başlıyor. Sonrasında ailesinden ve evinden kopuşu ve onu akıl hastanesinde bekleyen sancılı bir tedavi süreci. Deborah’in zengin iç dünyası ve hayal gücü (onun deyimiyle sığınağı olan yr krallığı) , deneyimli  doktoruyla gerçekleşen terapi seansları ve hastane koridorları üçgeninde gelişen en abartısız ifadeyle acıklı bir hikaye. Okuyucu başlangıçta büyük bir iştahla, en ağır mental bozukluklardan biri olan şizofreniyi ve akıl hastanesi koridorlarını, koğuşlarını keşfe çıkmaya hazırlanırken, kitabın sonlarına doğru, bu hevesini çoktan bastırmış olan ve bu hevesten çok daha önemli olan bir gerçeğin, sessiz sedasız ama çok derinden yüzüne çarpıldığını hissediyor. Kendi benliği, kimliği ve düşünce dünyasıyla Deborah’ın ve koğuş arkadaşlarının dünyaları arasındaki hiç de azımsanmayacak benzerlikler ve ortak noktalar. Başka bir deyişle okuyucunun ‘içeriyi’ keşfi. Bu sebeple olmalı ki Deborah kitabın bir bölümünde, hastalarla büyük bir olasılıkla doktorlardan dahi fazla vakit geçiren hasta bakıcıların kendilerine olan bunca nefretini, bu benzerliği çok evvelden keşfetmiş olmalarına bağlıyor. “Akıl hastası insanların söze dökülmüş düşünceleriyle, sağlıklı insanların söze dökülmemiş cümleleri arasındaki gizli benzerliği keşfetmiş olmaları” diyor Deborah bu korkunun ve nefretin sebebi; “Birgün bizim gibi olmaktan ölesiye korkuyorlar”. Zaten bu hakikat okuyucunun yüzüne bir tokat gibi çarptığında, Deborah’ın iyileşip iyileşmeyeceği ve romanın nasıl sonlanacağı büyük ölçüde önemini yitiriyor. Kitap, misyonunu yerine getirmiş, o ürkütücü gerçeği aktarmıştır okuyana artık. “Sana Gül Bahçesi vadetmedim” ismi ise Deborah ile doktorunun seans sırasındaki bir diyalogundan geliyor. Sana gül bahçesi vadetmiyorum. Bundan sonra tamamen iyileşemeyeceksin. Ama başetmeyi ögrenirsen güzel günler de göreceksin, mealinde cümleler dökülüyor Dr. Fried’in ağzından.

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, şizofreni üzerine yazılmış, şizofreniyi anlamaya ve tanımaya hizmet eden en önemli eserlerden biri olarak kabul ediliyor. Ve aslında bu hastalığa ve hastalara karşı toplumsal anlamda taşıdığımız önyargıların ne de boş olduğunu vurguluyor. Toplumumuzda ve birçok toplumda hala tabu olarak görülen bu hastalığın, halk arasındaki kabulüyle ‘delirmek’ olduğunu da, şizofrenlerin korkulması gereken insanlar olduğuna dair düşünceyi de bunun yanı sıra görece eğitimli, aydın insanların bakış açısıyla şizofreninin genelde bir entelektüel hastalığı olduğu kanısını da çok açık bir biçimde yalanlıyor.

Deborah’ın kendine dönük şiddeti, sanrıları ve hezeyanları üzerinden, şizofreninin yakıcı yüzünü ve aslında hiç de bazılarının sandığı gibi eğlenceli bir hastalık olmadığını anlatırken, bir yandan da tabu haline getirilecek  bir yanının da bulunmadığını belirtiyor. Hiç kimsenin tutulmak istemeyeceği türden, acı verici bir hastalık. Bir hastalık. Sadece o kadar işte. Onlar dışarıda olmaktan korktuklari icin ‘içerideler’ zaten, bizim de onlardan ürkmemiz, aradaki uçurumları derinleştirmekten başka bir işe yaramaz. Uzun zamandır bu derece etkilendiğim bir kitap olmamıştı. Okumasaydım kendimde de bir kısmı mevcut olan önyargılardan kurtulamayacaktım büyük ihtimalle. Dahası ataklar şeklinde seyreden bunaltılarım ve major seviyedeki depresyonum, bana bir psikiyatri polikliniğinde sıra bekleme, oradaki insanları gözlemleme fırsatı vermeseydi eğer bu kitabı yüksek ihtimalle okumayacak, o insanların iç dünyasını da merak etmeyecek ve hepimizin aslında bir miktar şizofrenik olduğumuzdan bi haber yaşayacaktım.

“Adalet uygulanmıyorsa ,

namussuzluk örtbas ediliyorsa ve inançlarını koruyan insanlar acı çekiyorsa,

sizin gerçekliğiniz ne işe yarıyor ?

Sana hiçbir zaman gül bahçesi vadetmedim ben.

Hiçbir zaman kusursuz bir adalet vadetmedim.

Ve hiçbir zaman huzur ya da mutluluk da vadetmedim.

Sana ancak bütün bunlarla savaşma özgürlüğüne kavuşmanda yardımcı olabilirim …”

GÖZDE YENER

Küre – Michael Crichton

Yayınlandı: 26 Nisan 2009 3aymun tarafından OKUMADILAR içinde
Etiketler:, , , , , ,

michael20crichtonMichael Crichton (1942 – 2008): Michael Crichton, 23 Ekim 1942 yılında ABD’nin Chicago eyaletinde dünyaya geldi. Küçüklüğünden beri en büyük hayali yazar olmak olan Crichton, Harvard Koleji’nin edebiyat bölümünde öğrenime başladı. Ancak bir hocasının kasıtlı olarak düşük not vermesinden dolayı, ki bu hocasının ipliğini pazara çıkarmak için başka bir profesörü haberdar edip ödev olarak hocasına George Orwell’in bir eserini vermesine rağmen ancak B- alabilmiş, bölümünden soğuyunca biyolojik antropoloji bölümüne geçiş yaptı. Daha sonra da 1969 yılında M.D. (doktor) olana kadar Harvard Tıp Okulu’na devam etti. Bu sıralarda ilk yazılı eserlerini vermeye başlayan Crichton, 2.06 metre gibi standartların epey üzerinde bir boyu olduğundan, eserlerinde daha çok John Lange (Almanca: uzun) veya Jeffery Hudson (17.yy’da yaşamış ünlü cüce Sör Jeffrey Hudson’dan) takma adlarını kullanıyordu. İlk olarak 1969 yılında yayınlanan ve 1971 yılında da sinemaya uyarlanan bilimkurgu gerilim romanı “The Andromeda Strain” ile tanınan Crichton, belki de bu sayede Hollywood yapımlarında da boy göstermeye başladı, özellikle 70’lerde yazdığı “Westworld”, “The First Great Train Robbery” gibi filmlerin senaryo yazarlığı ve yönetmenlik yaptı. 1980’de yazdığı ve daha sonra sinemaya uyarlanan “Congo” adlı romanından sonra, yazarlığa bir süre ara veren Crichton, 1987 yılında yine geniş yankılar uyandıran “Sphere” (Küre) adlı romanla ustası olduğu bilimkurgu gerilim tarzına geri döndü. Daha sonraları ise; bir çok farklı tarzda romanlar yazmaya ve bu romanları sinemaya uyarlanmaya devam eden Michael Crichton – ki bunlar arasında herkesin yakından tanıdığı Jurassic Park, Rising Sun (Yükselen Güneş), Disclosure (Taciz), The Lost World (Kayıp Dünya), Timeline gibi filmler var – yönetmenlikten uzaklaşmasına rağmen romanlarının senaryolaştırılmasında yazar veya yapımcı olarak görev almaya devam etti. Ayrıca TV dünyasında da, başladığı 1994 yılından bu seneye kadar halen devam eden, 2009’da sona ereceği açıklanmıştı, bizde de cnbc-e’de cumartesi günleri gösterimi süren acil servis doktorlarının hikayelerinin anlatıldığı “ER” adlı dizinin yaratıcısı, yazar ve yapımcılarından olan Michael Crichton, gırtlak kanseri yüzünden 4 Kasım 2008’de hayata gözlerini yumdu. Yetişkinliğe adım attığı dönemlerde boyunun çok fazla uzun olmasından dolayı yaşamında bile içten içe insanlardan soyutlanmış hisseden, tam bir işkolik olduğu söylenen, başından beş evlilik geçmiş, gözlerden uzak yaşamayı seçen (hatta hastalığı öldüğü güne kadar bilinmiyordu) son dönemin sadece edebiyat değil, sinema ve tv dünyasında da yaptığı çalışmalarla önemli isimlerinden Michael Crichton’ın eserlerindeki karakterlerde bile bu saydığım özelliklerden çoğunu görmeniz mümkün.

kure“Küre” adlı romandan bahsedecek olursak, eğer benim gibi 1998 tarihli Barry Levinson’ın yönettiği Dustin Hoffman, Sharon Stone ve Samuel L. Jackson’ın başrollerini oynadığı aynı adlı filmi izlediyseniz, unutmanızı öneriyorum. Çünkü okumaya başlar başlamaz tamamen farklı bir eserle karşı karşıya olduğunuzu anlayacaksınız. Özellikle bilimkurgu gerilim tarzında yazılmış en iyi romanlardan biri olan Küre – ki yıllar önce elime aldığımda bırakamamış, bir günde okumuştum, bir kaç gün önce tekrar elime alayım dediğimde gene bırakamadım ve okudum – sadece bilimkurgu-fantezi öğelerle süslü, aksiyonu bol bir roman değil; zaten roman ilerledikçe daha ziyade psikolojik bir gerilim havasına bürünecek ve siz de izole edilmiş bir yerde hayal güçlerini kontrol etmeye çalışan insanların çaresizliğini ve paranoyasını, insanın derinlerinde yatan benliğinin gücünü ve yüzleşemediği korkuları su yüzüne çıktığında kontrolünü kaybetmesinin ne kadar kolay olduğunu göreceksiniz. Nefes almadan okuyacağınızı tahmin ettiğim bu roman hakkında daha fazla açık vermemek ve tadını kaçırmamak için hikayesine fazla girmeyeceğim, ama bu zekice yazılmış, sizi sürekli şaşırtacak ve bildiklerinizden şüpheye düşürecek, ince mizahıyla sizi eğlendirirken her sayfada artan gerilimiyle heyecanlandıracak ve Crichton’ın yarattığı müthiş incelikli karakterlerle kitabı bir an bile elinizden bırakamayacaksınız.